19 Mayıs 2016 Perşembe

Giriş

Giriş

1 ve 8 Haziran 2001 tarihlerinde ATV'de yayınlanan ve Hulki Cevizoğlu'nun sunduğu "Ceviz Kabuğu" adlı tartışma programlarında çok önemli bazı gerçekler ortaya çıktı. Programlarda iki hafta üst üste evrim teorisi bilimsel manada tartışıldı. Ancak evrim teorisi lehinde söz alanların çoğu, bu teoriyi bilimsel bir bakış açısıyla değil, materyalist felsefeye olan dogmatik bağlılıkları nedeniyle savunduklarını ortaya koydular...
Programın stüdyo konukları, ilk hafta Prof. Cevat Babuna ile Prof. Yaman Örs'tü. Babuna, yaratılışın bilimsel bir gerçek olduğunu, buna dair pek çok kanıt bulunduğunu anlattı. Buna karşılık Yaman Örs ise evrim teorisini savundu, ancak bilimsel bir delil göstermekten ziyade felsefi yorumlar yaptı. Yaman Örs'ün söylediği "Allah'a inanan bir insan bilim adamı olamaz" sözü de, yine evrimci tarafın dogmatizmini sergiliyordu.
ceviz kabuğu programı - Cevat Babuna
Yaratılışın bilimsel bir gerçek olduğunu anlatan Prof. Cevat Babuna konuşmasında görsel malzemelerden de yararlanırken, Prof. Yaman Örs'ün konuşması klasik felsefi yorumların ötesine geçmedi.
Programın ikinci haftaki stüdyo konukları ise, Prof. Ali Demirsoy, Prof. Turan Güven ve Prof. İsmail Yakıt idi. Bu ikinci programda Ali Demirsoy evrim teorisini savunmak adına bilimsel gerçeklerle uyuşmayan pek çok iddia öne sürdü. Sayın Demirsoy, her ne kadar salt bilimsellik niyetiyle konuştuğunu iddia etse de, Darwin'den kalma köhne iddiaları bilimsel bulgulara rağmen savunuyordu.
Bu kitapta, her iki Ceviz Kabuğu programında da söz alan evrimci konuşmaların yanılgıları cevaplandırılmaktadır. Böylece, hem evrim teorisinin içine düştüğü bilimsel kriz ortaya konmakta, hem de ülkemizdeki evrimcilerin bilimsel gelişmelerden ve bilimsel düşünce yapısından ne kadar uzak oldukları sergilenmektedir. Amacımız bu kitapta ismi geçen evrimcileri eleştirmek değil, onlar aracılığıyla ortaya çıkan "evrimci dogmatizmi" göstermek ve aynı zamanda evrim teorisinin bilimsel olarak çökmüş bir teori olduğunu ortaya koymaktır.
van allen kuşakları
Böyle bir kitap çalışmasına ihtiyaç duyulmasının nedeni ise, Ceviz Kabuğu programı veya benzeri tartışma platformlarının, evrim teorisi gibi kapsamlı bir konuyu ele almak için yeterince uygun bir zemin ve ortam olmamasıdır. Bu programlarda, her ne kadar program sunucusu tarafsız ve iyi niyetli de olsa, zaman darlığı ve program düzeni nedeniyle bilimsel deliller yeterince ortaya konamamakta, somut delillerden yoksun olan taraf (yani evrimciler), demagojiye başvurmaktadır. Kamera karşısındaki bir tartışmada veya birkaç dakikalık bir telefon konuşmasıyla, bilimsel delillerin, akademik kaynakların ortaya konmasının mümkün olmadığı açıktır. Araya başka bir konuşmacının girerek söz kesmesi, telefon bağlantısının kesilmesi, sesin kötü veya parazitli gelmesi, belge ve delilleri izleyiciye gereği gibi aktarma güçlüğü gibi pek çok olumsuz faktör, en net ve açık bir konuyu dahi akıcı bir mantık örgüsünde aktarabilmeyi zorlaştırmakta, hatta imkan dışı kılmaktadır.
Bu nedenle tartışma programlarında, "kim daha yüksek sesle konuşursa", onun tezinin daha fazla dikkat çektiği bir ortam oluşabilmektedir. Bunu fırsat bilen evrimciler, "din-bilim çatışması" gibi hayali tezlerini hararetli, hatta kimi zaman agresif bir üslupla tekrarlamakta, her türlü gereksiz polemiğe girerek "laf kalabalığı" yoluyla ilmen yenildikleri tartışmada üstün gelmeye çalışmaktadırlar.
Bu nedenle, konu hakkındaki tartışmanın, bilimsel içerikli yayınlar (makaleler ve kitaplar) yoluyla yürütülmesi gereklidir. Nitekim evrim teorisini çürüten ve yaratılışı destekleyen kanıtlar şimdiye kadar ülkemizde yayınlanmış pek çok kitapla ortaya konmuştur. İlginç olan, evrimcilerin bu çalışmalar karşısında hep suskun kalmalarıdır. Bilimsel kanıtlara dayalı cevaplar vermek yerine, imza toplamak, demagojik deklarasyonlar yayınlamak, hatta kendi öğrencilerinin yaratılışın bilimsel delillerini anlatan kitapları okumalarını yasaklamak gibi yöntemlere başvurmaktadırlar. Bu gerçek, kendisi de evrim teorisine inanan bir düşünür olan, Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Arda Denkel tarafından da 1999 yılında kaleme aldığı bir makalede belirtilmiştir. Denkel, ülkemizdeki evrimci kanadın demagoji yöntemlerine başvurduğunu, ancak bilimsel açıdan yaratılışı savunanların "gerisinde kaldıklarını" ifade etmiştir.1
Bu kitapta evrimcilerin bilimin gerisinde kaldıklarını bir kez daha gözler önüne sereceğiz. Eğer gerçekten bilimsel bir teori savundukları iddiasında iseler, bu kitaba yine bilimsel yayın yoluyla cevap vermeleri gerekir. Aksi halde, evrim teorisine bilimsel değil dogmatik bir bağlılık içinde olduklarını fiilen ilan etmiş olacaklardır.

Dipnotlar

1- Arda Denkel, Cumhuriyet Bilim Teknik Eki, 27 Şubat 1999

Prof. Yaman Örs'ün Yanılgıları

Prof. Yaman Örs'ün Yanılgıları

yaman_ors
1 Haziran 2001 tarihli Ceviz Kabuğu programına evrim teorisini savunmak için çıkan Prof. Yaman Örs, tüm program boyunca bu amacına hizmet edecek hiçbir bilimsel delil öne sürememiştir. Dahası, Örs'ün konuşmaları, evrim teorisinin, bağlıları tarafından dogmatik bir inanç olarak benimsendiğini gösteren önemli bir kanıt olmuştur.
Yaman Örs'ün gerek Ceviz Kabuğu programındaki gerekse diğer konuşma ve yazılarındaki temel mantıklar incelendiğinde, kendisinin "bilim, yaratılışı kabul edemez, etmemelidir" tezini sürekli olarak tekrarladığı görülür. Örs'e göre, bir insan bilimsel çalışma yapmak için, evrim teorisini kabul etmek zorundadır. Bu inancını, "Paleontoloji (fosil bilimi) mutlaka evrime dayanmalıdır. Evrimci olmayan bir paleontolog düşünülemez" şeklindeki sözüyle Ceviz Kabuğu programında da özetlemiştir...
Oysa gerek Yaman Örs'ün gerekse diğer pek çok evrimcinin bir türlü anlayamadığı nokta, evrim teorisinin bizzat bilimsel bulgular tarafından çürütülmekte oluşudur. Nitekim programa telefonla bağlanan iki farklı bilim adamı evrim teorisinin iddialarını çürüten bilimsel gerçekleri vurgulamışlardır. Örneğin;
1.      Fosil kayıtları evrim teorisine karşıdır, çünkü bu kayıtlar farklı canlı gruplarının yeryüzünde birbirlerinden bağımsız olarak, aniden ve kompleks yapılarıyla ortaya çıktığını göstermektedir. Fosil biliminde "sudden appearance" (aniden ortaya çıkış) olarak adlandırılan bu bilimsel gerçek, evrim teorisini değil, yaratılışı desteklemektedir.
2.       Evrim teorisi, canlıların hiçbir plan ve tasarım olmadan, yani bilinçli bir şekilde yaratılmadan, rastlantılar ve doğa kanunlarıyla ortaya çıktığı iddiasındadır. Oysa yapılan gözlemler, deneyler, biyomatematiksel hesaplar, bunun mümkün olmadığını ispatlamıştır. Bir bilgisayarın, metal, plastik, cam gibi malzemelerin "tesadüfen" birleşmeleriyle oluşmasının imkansız olması gibi, canlıların da moleküllerin "tesadüfen" birleşmesiyle oluşması imkansızdır.
3.       Evrimciler tarafından iddia edilen "evrim mekanizmaları", gerçekte hiçbir evrim sağlamamaktadır. Doğal seleksiyon ve mutasyon (yani canlı genlerinde oluşan rastgele değişiklikler) yoluyla, hiçbir canlının avantaj sağladığı, geliştiği gözlemlenmemiştir. Gerçekte mutasyon canlılara her zaman için zarar vermektedir. Yani doğada canlıları basitten komplekse doğru geliştiren "evrim mekanizmaları" yoktur. (Doğal seleksiyon ve mutasyonun hiçbir evrimleştirici özellikleri olmadığı "Prof. Berna Alpagut'un yanılgıları" ve "Ali Demirsoy'un Yanılgıları" bölümlerinde ayrıntılı olarak açıklanmıştır.)
Dikkat edilirse, evrim teorisinin geçersizliğini ortaya koyan üstteki açıklamalar bilimsel açıklamalardır. Evrimcilerin iddia ettiği gibi, evrim teorisinin geçersizliği "inanca" değil, bilimsel gözlem, deney ve hesaplamalara dayanmaktadır. Asıl "inanca" dayalı iddialar öne sürenler, bu bilimsel gerçeklere rağmenevrim teorisine "inanan" Darwinistler'dir. Bunu, bu kitap boyunca gözler önüne sereceğiz.

Cansız Dünyada Küçük Moleküllerden
Zamanla Canlı Hücresinin Meydana Geldiği Yanılgısı

Sayın Yaman Örs, programda kendisine sorulan "dünyada ilk yaşam nasıl başladı?" sorusuna cevap olarak tesadüfen oluşan küçük moleküllerden tesadüfen büyük moleküllerin oluştuğu, bunların da tesadüfen ilk hücreleri meydana getirdiği cevabını, yani evrimcilerin klasik cevabını vermiştir.
Bilimle, özellikle fen bilimleriyle herhangi bir ilgisi olmayan kişilere "tesadüfen oluşan küçük moleküllerden tesadüfen büyük moleküller meydana geldi, bunlar da tesadüfen ilk hücreleri meydana getirdi" senaryosu makul bir iddia gibi gelebilir. Bunlar "molekül nasıl olsa çok küçük ve basit bir şey, hücre de küçük bir şey. Herhalde moleküller büyüdükçe hücreyi oluşturmuş olabilirler" gibi düşünebilirler.
Oysaki, gerçek durum onların düşündüğünden çok farklıdır.
Çünkü, birincisi, hücre kesinlikle bir "molekül yığını" değildir ve hiçbir şekilde basit değildir. Hücreler, içinde bulundukları dokulara ve bireylere oranla (göreceli olarak) hacimsel bakımdan küçük olabilirler, ama organizasyon bakımından en az o doku kadar, hatta belki daha fazla karmaşıktırlar. Ne hücresi olursa olsun, ister bir insan hücresi olsun ister bir bakteri, bir virüs veya bir bitki hücresi olsun, her hücrede son derecede karmaşık, bir o kadar da organize işlemler gerçekleşir. Öyle ki, hücrede bugünün ileri teknolojik imkanlarıyla dahi henüz aydınlatılamamış çok sayıda nokta bulunmaktadır. Hiçbir hücre evrimcilerin hayal ettikleri ve zannettikleri basitlikte değildir. Bunu görmek için herhangi bir sitoloji veya histoloji kitabına şöyle bir göz atmak bile yeterlidir.
uçak gemisi
Bir DNA molekülü ile basit organik moleküller arasındaki organizasyon farkı, bir uçak gemisi ile bir tahta salın arasındaki farka benzer.

Bir salın zamanla kendiliğinden gelişerek bir uçak gemisine dönüşmesi nasıl imkansızsa, organik moleküllerin zamanla tesadüfler sonucu bir DNA molekülüne dönüşmesi de aynı şekilde imkansızdır
İkincisi, küçük molekül – büyük molekül ilişkisi, küçük balon – büyük balon ilişkisi türünden değildir. Belki inorganik kimyada büyük moleküller küçük moleküllerle aynı kefeye konabilir, ama organik dünyada bu ayrımı yapmamak büyük bir bilgisizlik olur. Milyonlarca atomdan oluşan, çok hassas kimyasal bağlarla ayakta duran nükleik asit molekülleri (DNA ve RNA) ile su, azot, karbondioksit moleküllerini aynı kefeye koymak gülünçtür. Her ikisi de moleküldür ama aralarındaki organizasyon farkı, bir uçak gemisi ile bir tahta salın organizasyon farkı gibidir. Örneğin, bir DNA molekülü, deoksiribonükleotid adı verilen bir grup molekülün milyonlarcasının bir zincir halinde art arda sıralanmasından oluşmaktadır. DNA bir yana bunu oluşturan tek bir deoksiribonükleotid dahi basitlikten çok uzaktır. Her bir deoksiribonükleotid; bir şeker molekülü (deoksiriboz), bir fosfat gurubu ve bir baz molekülünden (sitozin, guanin, adenin veya timin) oluşmaktadır. Evrimciler, bunların tekini bile yapay ortamda sentezleyebilmiş değillerdir. Üstelik, her bir DNA molekülünün birbiri üstüne sarılmış iki uzun zincirden oluştuğu da gözönünde bulundurulacak olursa, "moleküler evrim" iddiası gülünç hale gelmektedir.
dna
Bir DNA molekülü, deoksiribonükleotid adı verilen bir grup molekülün milyonlarcasının bir zincir halinde art arda sıralanmasından oluşur. DNA bir yana bunu oluşturan tek bir deoksiribonükleotidin dahi doğal şartlarda tesadüfen meydana gelmesi imkansızdır.
van allen kuşakları
Prof. Francis Crick
İşte bu sebepledir ki, "moleküler evrim" kavramını 1900'lerin başında ortaya atan Alexander Oparin'den bu yana yüz yıla yakın bir zamandır evrimciler basit moleküllerden yola çıkarak daha üst moleküller (makromoleküller) elde etmenin yollarını aramışlar, ama en kontrollü laboratuvar şartlarında dahi makul bir çözüm bulamamışlardır.2 Bulma umutlarını da kaybetmişlerdir. Nitekim özellikle 1960'lardan bu yana bu alana geniş para, enerji ve insan gücü ayıran üniversiteler, artık uzun zamandan bu yana en küçük bir yatırım yapmamaktadırlar. Üstelik bu alanda senelerce araştırma ve çalışma yapan evrimci bilim adamlarının bir kısmı moleküler evrim iddialarından vazgeçmişlerdir. Örneğin, 1953 yılında DNA sarmalını keşfederek Nobel Kimya Ödülünü alan Prof. Francis Crick, 1980'lere kadar bu alanda fanatiklik düzeyinde sayısız makale yayınlamışken, bugün moleküler evrimin iddialarıyla açıkça alay etmekte, bunları çocuksu masallar olarak nitelemektedir.3 1970'li yıllarda moleküler evrim teorisinin önde gelen savunucularından biri olan Prof. Dean Kenyon ise, bugün evrim teorisini reddetmekte ve canlılığın bilinçli bir şekilde yaratıldığını savunan "intelligent design" (bilinçli tasarım) teorisini kabul etmektedir.
Üçüncüsü, atomların ve moleküllerin kimyasal reaksiyonlar sonucunda oluşturabilecekleri bileşiklerin ve yapıların çok net sınırları vardır. Doğadaki elementlerin ve moleküllerin bu sınırların ötesinde bir yapı oluşturabilmeleri mümkün değildir. Bu durum canlı organizmalar için de geçerlidir. Örneğin proteinler, enzimler, nükleik asitler gibi kompleks moleküller ancak hücredeki bu iş için özelleşmiş organik makineler tarafından meydana getirilebilir. Doğadaki rastgele kimyasal reaksiyonlar sonucunda böyle kompleks yapıların meydana gelebilmesi isefizik ve kimya kurallarına açıkça aykırıdır.
Bir örnek vermek gerekirse, bir metal elementinin çok çeşitli kimyasal reaksiyonlara girebilme ve çeşitli bileşikler oluşturabilme özelliği vardır. Ancak bu metal hangi maddelerle ne kadar bileşik yaparsa yapsın, hangi reaksiyonlara girerse girsin, örneğin bir uçak gövdesi, bir otomobil karoseri ya da herhangi bir teknolojik cihaz meydana gelmez. Bunun için bilinçli ve karmaşık bir mühendislik çalışması, planlar, fabrikalar, robotlar, makineler, tesisler vs. gerekir. Bu saydıklarımızın hiçbiri ise doğada ya da kimyasal reaksiyonların bünyesinde bulunmaz. Her parçası yerli yerinde, tüm ayrıntıları ince ince hesaplanmış tasarım ürünleri mutlaka bu şekilde bilinçli, planlı ve kontrollü müdahaleler gerektirir. Hücredeki kompleks moleküller, mitokondri, ribozom gibi karmaşık organeller için de aynı mantık geçerlidir.
Sayın Örs, "küçük moleküllerden büyük moleküller (makromoleküller) meydana geldi, bunlar da ilk hücreleri meydana getirdi" cümlesini büyük bir rahatlık içinde bir çırpıda söyleyebilmiş, böylece canlılığın rastgele kimyasal reaksiyonlarla tesadüfen oluşabildiğini ileri sürmüştür. Ama eminiz ki eğer kendisi felsefi düşüncelerini değil de biyokimya veya biyofiziği göz önünde bulundurmuş olsaydı bu iddiasını bu kadar rahat tarzda ortaya atmazdı.

Laboratuvarda canlılığın sentezlendiği yanılgısı

Sayın Yaman Örs, laboratuvarda bir miktar organik molekülün sentezlendiğini belirtmiştir. Oysaki, önemli olan organik molekülleri sentezlemek değil, bunların doğal şartlarda kendi kendine sentezlenmesidir. Çünkü, doğada bulunması mümkün olmayan özel şartlarda, yoğunlaştırılmış ortamlarda, hiçbir zaman dış dünyada oluşamayacak basınç ve ısılar altında, özel enzimler ve katalizörler kullanarak, kontrollü düzeneklerle yapılan sentezleme işlemlerinin evrimci iddialar açısından bir anlam ifade etmeyeceği ve hiçbir şeyin delili olamayacağı ortadadır.
Örneğin, evrimciler ilk moleküllerin denizlerde meydana geldiğini iddia etmektedirler. Ama kendi laboratuvar deneylerinde denizlerin hiçbir zaman ulaşamayacağı yoğunluklar kullanmaktadırlar. Bunların çoğunda en az 1.0 molarlık çözeltiler söz konusudur. Oysaki, moleküler evrim deneylerinin babası sayılan Prof. Stanley Miller'e göre, dünyadaki tüm karbon, azot, kükürt madenleri denizlere karıştırılsa ve denizler bugünkünün onda birine azaltılsa dahi elde edilecek çözelti hiçbir zaman 0.01 moları geçemez.4
Yine örneğin, bazı evrimciler deoksiribonükleotidleri yanyana getirerek ve protein yapısında özel enzimler (DNA polimeraz) kullanarak birkaç halkalık zincirler elde etmişlerdir. Enzimsiz deneylerde ise hiçbir zincir elde edilememiştir. Proteinlerin DNA'lar tarafından sentezlendiği düşünülecek olursa, daha ortada nükleotid bile yokken etrafta protein yapısında enzimlerin bulunmasının düşünülemeyeceği açıktır.
Stanley Miller
Stanley Miller
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Stanley Miller'ın ünlü amino asit deneyi de dahil olmak üzere, moleküler evrim alanında yapılan sentez deneylerinin hiçbirinden sonuç alınamamıştır. Yaklaşık 50 yıldan bu yana yapılan her deney, moleküler evrim iddialarının bilimsellikten son derece uzak olduğunu göstermiştir.
Sonuçta, ne Miller Deneyi ne de başka bir evrimci çaba, yeryüzünde hayatın nasıl oluştuğu sorusunu cevaplayabilmektedir. Tüm araştırmalar, hayatın rastlantılarla ortaya çıkmasının imkansızlığını ortaya koymakta ve böylece hayatın yaratılmış olduğunu göstermektedir. Evrimcilerin bu açık gerçeği kabul etmemeleri ise, bilime tamamen aykırı birtakım önyargılara sahip olmalarından kaynaklanır. Nitekim Miller Deneyi'ni öğrencisi Stanley Miller ile birlikte organize eden Harold Urey, bu konuda şu itirafı yapmıştır:
Yaşamın kökeni konusunu araştıran bizler, bu konuyu ne kadar çok incelersek inceleyelim, hayatın herhangi bir yerde evrimleşmiş olamayacak kadar kompleks olduğu sonucuna varıyoruz. (Ancak) Hepimiz bir inanç ifadesi olarak, yaşamın bu gezegenin üzerinde ölü maddeden evrimleştiğine inanıyoruz. Fakat kompleksliği o kadar büyük ki, nasıl evrimleştiğini hayal etmek bile bizim için zor.5
Yaman Örs'ün Körü Körüne Bağlandığı İnanç:

Materyalist Felsefe

Aslında Yaman Örs, her ne kadar inanç kavramının karşısında görünmeye çalışsa da onun da bir inancı vardır. Bu inanç ise diğer tüm evrimcilerin de bağlı olduğu materyalist felsefeye olan inancıdır. Materyalist felsefe, sadece maddenin var olduğunu, evrendeki tüm düzenin, tüm canlıların ve insanın bilincinin sadece cansız, bilinçsiz maddenin ürünü olduğunu varsayan bir dogmadır. Evrimciler, bu dogmaya inanmış ve sonra da bilimi buna göre şekillendirmeye kalkmışlardır.
Yaman Örs'ün evrim kitabı
Yaman Örs'ün Süreç, Kuram ve Kavram Olarak Evrim adlı kitabında yer alan bir açıklama bu konuda aydınlatıcıdır. Örs, bu kitapta "insanın evrimi" iddiasının bilimsel dayanaktan yoksun olduğunu kabul etmekte, ancak "her olayın nedeni bir başka olay olduğuna göre", (yani herşeyi maddenin kendi içindeki etkileşiminden ibaret saydığı için), elbet bir gün bu delilin bulunacağını ileri sürmektedir:
"Homo, ne zaman sapiens (akıllı) olarak belirtilebilecek nitelikleri kazanmış, kendinden önce gelenden tür olarak ayrılmıştır; bunu bugün için kesin olarak biliyor değiliz. Ancak evrensel nedensellik ilişkisinin ışığında diyebiliriz ki, her olayın/olgunun nedeni, bir başka olay/olgu olduğuna göre, biz bu bilgiye ulaşamasak bile, ilke olarak insan türünün varlık nedeni olarak onu 'evrim ağacının' bütününe bağlayan bir başka türün bulunması gerektiğini düşüneceğiz."
Görüldüğü gibi, Yaman Örs, insanın evrim geçirdiğine dair bir delil olmasa da, "ilke olarak" bu evrime inandığını ifade etmektedir. Bu önyargılı ve dogmatik yaklaşım, evrimcilerin ortak zihniyetidir. Ceviz Kabuğu programına telefonla katılan arkeolog Prof. Berna Alpagut da yine aynı yaklaşımı sergilemiş, insanın evrimine dair bir delil olmamasına rağmen, "insan evrimi" hikayesini bilimsel bir gerçek gibi anlatmıştır.
Yaman Örs'ün Yıllardır Değişmeyen Hikayesi:          

Deniz Kıyısındaki Çakıl Taşları

Yaman Örs
Sayın Yaman Örs bir biyolog değildir ve programı izleyenlerin de açıkça gördüğü gibi evrim teorisi hakkında da kapsamlı bir teknik bilgiye sahip değildir. Bunu kendisi de kabul etmekte ve belirtmektedir. Kendisinin evrim teorisine olan yakınlığı, daha ziyade savunduğu felsefi görüşlerden kaynaklanmaktadır. Ancak Örs'ün savunucusu olduğu felsefi görüşler de son derece büyük yanılgılara dayalıdır.
Örs'ün bu konuda etkilendiği felsefecilerin başında Reichenbach gelmektedir. Örs'ün, kitabında tam 4 kez tekrarladığı Reichenbach'a ait bir örnek, canlıların bir "tasarım" olmadan var oldukları iddiasını desteklemek için kullanılan bir benzetmedir:
... Canlı sistemlerin bütüncül davranışlarının sanki bir tasarımla ("planla") gerçekleşiyormuş gibi görünmesini ne yolla açıklayabiliriz? Bu sorunun yanıtını Reichenbach bir benzetimden yararlanarak veriyor. Bir okyanus kıyısındaki çakıl taşlarını ilk kez gören birisi, onların bir tasarıma göre orada birikmiş olduğunu düşünebilir. Denize yakın bölgede ve az çok suyla kaplı olarak duran büyük çakılları daha küçükleri izlemekte, daha sonra ise kum gelmektedir ki burada da önce kaba, daha sonra gittikçe incelen tanecikler karaya doğru dizilmektedir. Bu görünüş, birisinin kıyıyı temizleyerek çakılları ve kum taneciklerini büyüklüklerine göre dizdiği izlenimini verecektir. Gerçekte ise insan merkezli böyle bir yoruma gereksinimimiz yoktur... Ayıklanma ile birlikte rastlantı, bir düzen oluşturmaktadır.7
Yaman Örs bu örneği canlıların kökeni konusunda "mükemmel bir örnek" sanıyor olacak ki, neredeyse yazdığı her yazıda ve yaptığı her konuşmada tekrarlamaktadır. Bilim ve Ütopya dergisinin Haziran 1998'de düzenlediği "Evrim Kuramı" konferansında da bu örneği vermiştir. Aynı yıl içinde İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi'nde verdiği bir konferansta "deniz kıyısı" örneğini tekrar etmiştir. Yazılarında da sık sık gündeme getirdiği bu örneği, en son olarak 1 Haziran 2001 tarihli Ceviz Kabuğu programında da tekrar etmiştir.
Anlaşılan söz konusu "deniz kıyısı" örneği, Sayın Örs'ün dünya görüşünde önemli bir yer tutmaktadır. Ama bu durum, sadece Sayın Örs'ün dünya görüşünün yanlışlığını gösterir. Çünkü söz konusu örnek son derece tutarsızdır.
Bir deniz kıyısındaki kum diziliminin, doğal kanunlar ve rastlantılar tarafından sağlanabileceği, "insan merkezli" (yani bir tasarımcıya dayanmayan) bir açıklama ile izah edilebileceği doğrudur. Peki ama o sahilde, kum diziliminden daha karmaşık bir tasarım varsa? Sahildeki kumların üzerinde bir yazı, örneğin "Ben Mehmet Öztürk, 2 Haziran'da buradaydım" şeklinde bir yazı varsa? Veya sahilde, dört bir tarafı su dolu bir hendekle çevrilmiş, burçları ve kapıları olan gösterişli bir kumdan kale yer alıyorsa? O zaman da Yaman Örs bu sahili "insan merkezli" bir açıklama olmadan açıklayabilir mi?
kumdankale
Deniz kıyısında kumdan bir kale gördüğünde, bunu bilinçli bir kimsenin yaptığına değil de kalenin dalgaların etkisiyle tesadüfen oluştuğuna ihtimal veren bir kimsenin mantık örgüsüyle bir evrimcinin mantık örgüsü arasında hiçbir fark yoktur.
Görüldüğü gibi, Yaman Örs'ün çok sevdiği deniz kıyısı örneği, bu basit sorular karşısında dahi çürümektedir.
Aslında bu örnek, bizlere evrim teorisinin neden yanlış olduğunu göstermektedir. Deniz kıyısındaki kum diziliminin doğa kanunlarıyla açıklanabilmesi, fakat bir yazının veya kumdan kalenin ancak bilinçli bir "tasarlayıcı"nın ürünü oluşu, bize genel bir kıstas vermektedir: Allah doğadaki bazı varlıkları ve olguları, doğa kanunlarını vesile ederek şekillendirir. Ancak kompleks tasarım ve plan içeren yapılar için durum farklıdır. 
İşte canlılar da, ikinci gruba dahildir, yani kompleks varlıklardır. Bir canlının kompleks yapısı, deniz kıyısındaki bir yazıdan veya bir kumdan kaleden çok daha hayranlık uyandırıcıdır. Bu gerçek, canlıların insanın akıl ve bilgisinin çok daha üstününe sahip bir Yaratıcı tarafından yaratıldığını göstermektedir.

Yaman Örs'ün "Körelmiş Organ" Yanılgısı

Prof. Örs'ü evrim teorisine inanmaya sürükleyen yanılgıların bir diğeri, 19. yüzyılın sonlarından kalma bir hurafe olan "körelmiş organlar" kavramını hala geçerli bir bilimsel kanıt sanmasıdır. Örs, Evrim adlı kitabında "insan bedeninde sayıları iki yüze yaklaşan evrimsel kalıntının bulunduğu, en az yarım yüzyıldan beri bilinmektedir"8 diye yazmakta ve eklemektedir:
"Geçen yüzyılın sonunda, gerek biyolojik gerek toplumsal olguların Darwin'in ortaya koyduğu "ileriye yönelik" evrimlerinin yanında "geriye doğru" bir evrimin bulunduğunu gösterenler oldu. Organlar ya da onların bölümleri, daha seyrek olarak toplumsal kurumlar, bu yolla ortadan kalkabilmektedir. Biz bu yapıları, evrimsel gelişmenin herhangi bir aşamasında ortadan kalkma yolunda olan "artık" ya da "kalıntı" organlar, organ bölümleri, toplumsal kurum olarak gözlemleyebilmekteyiz; onların yeni, değişik bir işlev kazandıkları da olur. Böyle "artık" yapılara biyoloji düzeyinde insanda ek bağırsak (apendiks), toplumbilim düzeyinde de sayıları gittikçe azalan krallıklar örnek olarak verilebilir."9
Oysa Prof. Örs'ün büyük bir kendinden eminlik içinde evrim delili diye sunduğu "körelmiş organlar" iddiası, bilim dünyasında çoktan terk edilmiş bir hurafeden ibarettir. Yaman Örs'ün sözünü ettiği "insan bedeninde sayıları iki yüze yaklaşan evrimsel kalıntı", Alman anatomist R. Wiedersheim tarafından 1895 yılında ortaya atılan "körelmiş insan organları" listesidir. Ama bu listede "körelmiş organ" olarak gösterilen yapıların gerçekte çok önemli işlevlere sahip olduğu bir bir anlaşılmıştır. Bunlardan biri, Prof. Örs'ün sözünü ettiği apendikstir. Apendiks (halk arasında "apandisit" olarak bilinen kör bağırsak) uzun yıllar evrimci kaynaklar tarafından işlevsiz ve körelmiş bir organ olarak tanımlanmasına rağmen, 1980'lerden sonraki tıp araştırmaları, bu organın vücudun savunma sisteminde rol oynadığını göstermiştir. Bu gerçek, 1997 tarihli bir tıp kaynağında şöyle belirtilir:
Vücuttaki timus, karaciğer, dalak, apendiks, kemik iliği gibi başka organlar lenfatik sistemin parçalarıdır. Bunlar da vücudun enfeksiyonla mücadelesine yardım ederler.10
Sadece apendiks değil, Yaman Örs'ün ileri sürdüğü sözde "sayıları iki yüze yaklaşan evrimsel kalıntı"nın hepsinin aslında önemli işlevler üstlenmiş olduğu bir bir ortaya çıkmıştır. Kendisi de bir evrimci olan S. R. Scadding Evolutionary Theory (Evrimsel Teori) dergisinde yazdığı "Körelmiş Organlar Evrime Delil Oluşturur Mu?" başlıklı makalesinde bu gerçeği şöyle kabul eder:
(Biyoloji hakkındaki) bilgimiz arttıkça, körelmiş organlar listesi de giderek küçüldü... Bir organın işlevsiz olduğunu tespit etmek mümkün olmadığına ve zaten körelmiş organlar iddiası bilimsel bir özellik taşımadığına göre, "körelmiş organlar"ın evrim teorisi lehinde herhangi bir kanıt oluşturamayacağı sonucuna varıyorum.11
Prof. Örs'ün, tüm bu bilimsel gelişmelere gözlerini kapayarak, 20. yüzyılın başlarında kalmış evrimci hurafeleri büyük bir eminlikle sahiplenip delil olarak göstermesi, kuşkusuz ilginç bir durumdur. Kendisinin bilimsel literatürün hayli gerisinde olduğu anlaşılmaktadır. (Nitekim kitabında verdiği kaynakların tarihleri de 1950'leri veya 60'ları pek aşmamaktadır.)
Prof. Örs'ün bu bilimsel gafın üzerine bir de "toplumbilim düzeyindeki körelmiş yapılar" gibi bir kavram öne sürmesi ve monarşileri (krallıkları) buna örnek göstermesi ise, ciddiye alınması mümkün olmayan bir iddiadır. Bu ifadesiyle Prof. Örs, insan toplumlarındaki gelişim ve değişimleri evrim teorisine delil göstermek gibi bir yola başvurmaktadır ki, bunun çelişkisi ortadadır. Evrim teorisi, tüm canlıları doğa kanunları ve rastlantılarla açıklamaya çalışır ve bilinçli müdahelelerin varlığını reddeder. İnsan toplumlarındaki gelişmeler ise insanların bilinçli hareketlerinden kaynaklanır. Örneğin monarşilerin çoğunun yıkılıp az bir kısmının ayakta kalması, insanların bilinçli olarak cumhuriyet idaresini tercih etmeleri sonucunda olmuş, bazı toplumlar ise bu yönde bir eğilim göstermemiş ve monarşi yönetimini korumuşlardır. Bunu evrim teorisine örnek göstermesi, hem de bir yandan "apendiks körelmiş organdır" gibi 100 yıl öncesinden kalma hurafeleri delil olarak öne sürmesi, Prof. Örs'ün hem konu hakkındaki bilgi eksikliğini, hem de evrim teorisine olan dogmatik bağlılığını göstermektedir.

Dipnotlar

       2-     Doğal şartlarda bulunması mümkün olmayan özel şartlar (özel basınç, ısı, enzim gibi) kullanarak yapılan sentez çalışmalarının "makul çözümler" olarak kabul edilemeyeceği ortadadır.
3-     "La Vie Vient-elle de L'Espace?", Le Figaro Magazin, no: 142, 9 Ekim 1982.
4-     Stanley Miller, The Origins of Life on the Earth, 1974, s. 129.
5-     W. R. Bird, The Origin of Species Revisited, Nashville: Thomas Nelson Co., 1991, s. 325.
6-     Yaman Örs, Süreç, Kuram ve Kavram Olarak Evrim, Kaynak Yayınları, 2001, ss. 40-41.
7-     Yaman Örs, Süreç, Kuram ve Kavram Olarak Evrim, Kaynak Yayınları, 2001, s. 79.
8-     Yaman Örs, Süreç, Kuram ve Kavram Olarak Evrim, Kaynak Yayınları, 2001, s. 29.
9-     Yaman Örs, Süreç, Kuram ve Kavram Olarak Evrim, Kaynak Yayınları, 2001, s. 33.
10-   The Merck Manual of Medical Information, Home Edition, New Jersey: Merck & Co., Inc. The Merck Publishing Group, Rahway, s.199.
11-   S. R. Scadding, "Do 'Vestigial Organs' Provide Evidence for Evolution?", Evolutionary Theory, cilt 5, Mayıs 1981, s. 173.

Ateist Derneği Başkanı'nın Yanılgıları

Ateist Derneği Başkanı'nın Yanılgıları

yaman_ors
Evrim teorisi konulu Ceviz Kabuğu programına katılan bir diğer evrimci, kendisini "Çekmece Ateist Derneği" adlı müphem bir cemiyetin başkanı ve bir dış mimar olarak tanıtan Ömer G. isimli şahıstır. Bu kişi seviye, nezaket ve mantıksal tutarlılık gözetmeden sürdürdüğü konuşmasında, Allah'a inanmadığını belirtmiş ve buna karşılık inananlardan "ispat" istemiştir. Kast ettiği ispat ise Allah'ın kendisine gözükmesi manasındadır.
Programı sunan Sayın Cevizoğlu bu kişiye son derece açıklayıcı bir cevap vermiştir:
Nasıl bir evi gördüğümüzde onun tesadüfen oluşmadığını, bir mimarın ürünü olduğunu anlıyorsak, evren ve canlılardaki olağanüstü tasarım, düzen ve planı gördüğümüzde de, bunun bir Yaratıcı'nın eseri olduğunu anlarız.
Dikkat edilirse, bu örneğin gösterdiği önemli bir sonuç vardır: Allah'ın varlığını anlamak, akıl gerektirmektedir. Çünkü ancak akıl sahibi bir varlık, gördüğü nesneleri inceleyip, "bunlar rastgele meydana gelmemiş, bir tasarlayıcısı var" diye mantık yürütebilir. Buna karşı aklı olmayanlar, sadece beş duyuları ile algılayabildikleri şeylerin varlığını bilirler. Örneğin hayvanlar bu şekildedir.
"Allah'ı bize gösterin, yoksa inanmayız" diyen inkarcılar da benzer bir kavrayışsızlık içindedir. Nitekim Allah Kuran'da onlar için "...Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar..." buyurur. (Araf Suresi, 179)
Ateist Derneği Başkanı'nın bir diğer yanılgısı, "Allah'ı kim yarattı" şeklindeki sorusunda ortaya çıkmaktadır.
Böyle bir sorunun manası yoktur, çünkü "yaratılmamış", "doğmamış" ve "doğurulmamış" olmak, zaten Allah'ın birer sıfatıdır. Allah, ezelden beridir var olan yegane varlıktır ve dolayısıyla üstteki soru mantıksal bir çelişkidir.
Bu soruyu soran Ateist Derneği Başkanı, kendince Allah inancında bir çelişki yakaladığı zannındadır. Oysa kavrayamadığı husus, Allah'ı kabul etmemekle, kendisinin bir başka şeyi "ezelden beri var" sayıyor oluşudur. Bu "ezelden beri var" saydığı şey ise maddedir.
Bu konuyu biraz açalım: Şu an içinde yaşadığımız evrenin var olduğunu, en azından bu evrenle ilgili algılarımızın ve bizzat kendimizin var olduğunu biliyoruz. Bu varlığın, bizden ve evrenden de önce var olan, sonsuz bir varlıktan geldiği ise açıktır. Bir başka deyişle, daima var olan bir "mutlak varlık" vardır ki, biz ve şu an gördüğümüz evren onun sayesinde var olmuştur. Akıllı bir insan bu varlığın herşeye güç yetiren Allah olduğunun bilincindedir. Allah'ın varlığını kabul etmekten kaçan bir insan ise bu mutlak varlığı madde olarak kabul eder. Ancak madde olarak kabul ettiğinde, büyük bir açmaza düşmektedir. Çünkü maddenin, tanımı gereği, bir bilinci yoktur; bir amacı, aklı, tasarım ve düzenleme gücü de yoktur. Madde, kendisinin varlığının dahi farkında olmayan, ölü bir yığındır. Dolayısıyla eğer mutlak varlık madde olmuş olsaydı, o zaman şu anda tüm evren ölü bir madde yığını olmaya devam edecekti. (Yani tüm evren, gazlardan, toz bulutlarından, ölü gezegenlerden ve diğer gökcisimlerinden ibaret olacaktı.)
Oysa şu anda evrende hem büyük bir düzen ve tasarım hem de bunu görüp anlayan, takdir eden ve bu konuyu muhakeme edip tartışabilen bilinçli varlıklar (yani biz insanlar) vardır. Bu da bize göstermektedir ki, tek mutlak varlık olan Allah, tasarlama, düzenleme, başka varlıklar yaratma, onlara bilinç ve akıl verme kudretine sahip bir varlıktır. İşte o mutlak varlık, herşeyin yaratıcısı, sahibi ve hakimi olan, "tüm alemlerin Rabbi" olan Yüce Allah'tır. Allah Kendisi'ni bize kitabı olan Kuran'da şöyle tanıtır:
De ki: O Allah, birdir.
Allah, Samed'dir (herşey O'na muhtaçtır, daimdir, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır).
O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır.
Ve hiçbir şey O'nun dengi değildir.
 (İhlas Suresi, 1-4)
Ateist Derneği Başkanı'nın Kuran hakkında öne sürdüğü iddialar da, ciddi ve kayda değer tezler değil, sadece kulaktan dolma, din aleyhtarı bir fanatizmle tekrarlanmış hezeyanlardır. Gerçekte söz konusu kişinin üslubu, muhakeme düzeyi ve tahammülsüz tavrı, ateizmin de iyi bir temsili olmuştur. Çünkü başta söylediğimiz gibi, Allah'ın varlığını fark etmek akıl sahibi insanlara mahsustur, ateizm ise akıl erdirmeyenlerin inancıdır.

Prof. Berna Alpagut'un Yanılgıları

Prof. Berna Alpagut'un Yanılgıları

Berna Alpagut
1 Haziran 2001 tarihli Ceviz Kabuğu programına telefonla katılan arkeolog Prof. Berna Alpagut ise, insanın evrimi senaryosunu savunmuş ve bu yönde iddialar öne sürmüştür. Ancak Sayın Alpagut'un evrimci tezleri de birer yanılgıdan ibarettir.
Aşağıda, Sayın Alpagut'un programda ileri sürdüğü tezler temel başlıklar içinde ele alınmakta ve cevaplandırılmaktadır.

Doğal Seçilim ve Mutasyonların Evrim Meydana Getirdiği Yanılgısı

Prof. Berna Alpagut programda öne sürdüğü iddialarını, evrimin klasik mutasyon ve doğal seleksiyon (seçilim) izahlarına dayandırmaya çalışmıştır. "Evrim bu zincir içerisinde gelişmiştir diyorum ve mutasyonlar da bu değişimle ister yavaş ister sıçramalı doğal seçilimle evrim olayını açıklayamıyorsak neyle açıklayacağız" şeklindeki ifadesiyle de evrimcilerin teorilerine delil olarak başka bir sözde delil getirememe çaresizliğini ister istemez vurgulamak zorunda kalmıştır.
Gerçekten de evrim teorisi, kendi öne sürdüğü iddialarını açıklamakta çaresizdir. Çünkü bugüne kadar evrimi meydana getirdiği öne sürülen iki mekanizma olan mutasyon ve doğal seleksiyonun hiçbir evrimleştirici özelliği olmadığı defalarca bilimsel olarak ortaya konmuştur.
Şimdi konu hakkında diğer yerli evrimciler gibi yüzeysel bilgilere ve hatalı ön kabullere sahip olan Alpagut'un bu yanılgısının bilimsel cevabını verelim:
Bugün evrim teorisi olarak tanımladığımız neo-Darwinist model, canlıların iki temel mekanizma sayesinde evrimleştiklerini öne sürer: "Doğal seleksiyon" ve "mutasyon". Teorinin temel iddiası şöyledir: "Doğal seleksiyon ve mutasyon birbirlerini tamamlayan iki mekanizmadır. Evrimsel değişikliklerin kaynağı, canlıların genetik yapısında meydana gelen rastgele mutasyonlardır. Mutasyonların sebep olduğu özellikler, doğal seleksiyon mekanizması aracılığıyla seçilir, böylece canlılar evrimleşirler."
Çok makul bir teori gibi anlatılan bu hikayeyi biraz incelediğimizde, aslında ortada hiçbir evrim mekanizmasının olmadığını görürüz. Çünkü ne doğal seleksiyon ne de mutasyonlar, türlerin evrimleştikleri ve birbirlerine dönüştükleri iddiasına en ufak bir katkıda bulunmamaktadırlar.

Doğal Seleksiyon

Doğal seleksiyon, Darwin'den önceki biyologlar tarafından da bilinen, ancak "türlerin bozulmadan sabit kalmalarını sağlayan bir mekanizma" olarak tanımlanan bir doğal süreçtir. İlk kez Darwin bu sürecin evrimleştirici bir gücü olduğu iddiasını ortaya atmış, tüm teorisini de bu iddiaya dayandırmıştır. Kitabına verdiği isim, doğal seleksiyonun Darwin'in teorisinin temeli olduğunu gösterir: Türlerin KökeniDoğal Seleksiyon Yoluyla...
Oysa Darwin'den bu yana, doğal seleksiyonun canlıları evrimleştirdiğine dair tek bir bulgu ortaya konamamıştır. Ünlü bir evrimci olan İngiltere Doğa Tarihi Müzesi baş paleontoloğu Colin Patterson, bu gerçeği şöyle kabul etmektedir:
Hiç kimse doğal seleksiyon mekanizmalarıyla yeni bir tür üretememiştir. Hiç kimse böyle bir şeyin yakınına bile yaklaşamamıştır. Bugün neo-Darwinizmin en çok tartışılan konusu da budur.12
Doğal seleksiyon, bulundukları coğrafi konumun doğal şartlarına uygun yapıda olan canlıların hayatlarını ve nesillerini sürdüreceklerini, uygun yapıda olmayanların ise yok olacaklarını öngörür. Örneğin yırtıcı hayvanların tehdidi altında olan bir geyik sürüsü içinde, doğal olarak hızlı kaçabilen geyikler hayatta kalacaktır. Ama bu süreç, ne kadar uzun sürerse sürsün, geyikleri bir başka canlı türüne dönüştürmez. Geyikler hep geyik olarak kalırlar.
Nitekim evrimcilerin "doğal seleksiyonun gözlemlenmiş örneği" olarak gösterdikleri nadir birkaç olaya baktığımızda, bunların basit birer göz boyama olduklarını kolaylıkla görebiliriz. Kısaca, doğal seleksiyon evrimcilerin verdikleri imajın aksine, canlıya herhangi bir organ ekleyip organ çıkarma, bir türü başka bir türe dönüştürme gibi özelliklere sahip değildir.
doğal seleksiyon
Yırtıcı hayvanların tehdidi altında olan bir sürü içinde, doğal olarak hızlı kaçabilenler hayatta kalacaktır. Ama bu süreç, ne kadar uzun sürerse sürsün, sürünün fertlerini başka canlı türlerine dönüştürmez.
Doğal seleksiyonun evrim teorisine kazandırdığı hiçbir şey yoktur. Çünkü bu mekanizma, hiçbir zaman bir türün genetik bilgisini zenginleştirip geliştirmez.Hiçbir zaman bir türü bir başka türe çevirmez; yani denizyıldızını balığa, balıkları kurbağaya, kurbağaları timsaha, timsahları da kuşa dönüştüremez. Sıçramalı evrimin en büyük savunucusu olan Stephen Jay Gould, doğal seleksiyonun bu açmazını şöyle dile getirmektedir:
Darwinizm'in özü tek bir cümlede ifade edilebilir: "Doğal seleksiyon evrimsel değişimin yaratıcı gücüdür." Kimse doğal seleksiyonun uygun olmayanı elemesindeki negatif rolünü inkar etmez. Ancak Darwinci teori, "uygun olanı yaratması"nı da istemektedir.13
Doğal seleksiyon konusunda evrimcilerin kullandıkları yanıltıcı üsluplardan biri, bu mekanizmayı bilinçli bir tasarımcı gibi göstermeye çalışmalarıdır. Oysadoğal seleksiyonun bir bilinci yoktur. Canlılar için neyin iyi, neyin kötü olduğunu ayırt edecek bir akla sahip değildir. Bu nedenle doğal seleksiyon karmaşık yapıya sahip sistemleri ve organları asla açıklayamaz. Söz konusu sistem ve organlar, iç içe geçmiş pek çok parçanın birarada çalışmasıyla oluşur ve bu parçaların birisi bile olmasa ya da kusurlu olsa hiçbir işe yaramazlar. Bu tür sistemler, "indirgenemez komplekslik" olarak tanımlanan özelliğe sahiptirler. Örneğin insan gözü daha basite indirgenemez, çünkü tüm detaylarıyla birlikte var olmadığı sürece işlev görmez.
Bu tür bir sistemi meydana getiren bilincin, geleceği önceden hesaplayarak, sadece en son aşamada elde edilecek olan faydayı amaçlaması gerekir. Doğal seleksiyon ise bilinç ve irade sahibi bir mekanizma olmadığı için, böyle bir şey yapamaz. Bu gerçek, "eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük değişikliklekompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır" diyen Darwin'in endişe ettiği gibi, evrim teorisini en temelinden yıkmaktadır.14
Doğal seleksiyon sadece bir canlı türü içindeki sakat, zayıf ya da çevre şartlarına uymayan bireyleri ayıklar. Yeni canlı türleri, yeni genetik bilgi ya da yeni organlar yaratamaz. Yani, evrimleştiremez. Darwin de bu gerçeği "faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz" diyerek kabul etmiştir.15 Bu nedenle neo-Darwinizm, doğal seleksiyonun yanına "faydalı değişiklik sebebi" olarak mutasyonları koymak zorunda kalmıştır. Oysa mutasyonlar, sadece ve sadece "zararlı değişiklik sebebi"dirler.

Mutasyonlar

Mutasyonlar, canlı hücresinin çekirdeğinde bulunan ve genetik bilgiyi taşıyan DNA molekülünde, radyasyon veya kimyasal etkiler sonucunda meydana gelen kopmalar ve yer değiştirmelerdir. Mutasyonlar DNA'yı oluşturan nükleotidleri tahrip eder ya da yerlerini değiştirirler. Çoğu zaman da hücrenin tamir edemeyeceği boyutlarda birtakım hasar ve değişikliklere sebep olurlar.
Dolayısıyla evrimcilerin arkasına sığındıkları mutasyon, hiç de sanıldığı gibi canlıları daha gelişmişe ve mükemmele götüren tılsımlı bir değnek değildir. Mutasyonların net etkisi zararlıdır. Mutasyonların sebep olacağı değişiklikler ancak Hiroşima, Nagazaki veya Çernobil'deki insanların uğradığı türden değişiklikler olabilir: Yani ölüler ve sakatlar...
Bunun nedeni çok basittir: DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan herhangi rastgele bir etki ancak zarar verir. Amerikalı genetikçi B. G. Ranganathan bunu şöyle açıklar:
Mutasyonlar küçük, rastgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle etkisizdirler. Bu dört özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim, ya etkisiz olacaktır ya da zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rastgele bir değişim kol saatini geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar verecek veya en iyi ihtimalle etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım getirir.16
deprem
Nitekim bugüne kadar hiçbir yararlı mutasyon örneği gözlemlenmedi. Tüm mutasyonların zararlı olduğu görüldü. İkinci Dünya Savaşı'nın ardından nükleer silahların sonucunda oluşan mutasyonları incelemek için kurulan Atomik Radyasyonun Genetik Etkileri Komitesi'nin (Committee on Genetic Effects of Atomic Radiation) hazırladığı rapor hakkında evrimci bilim adamı Warren Weaver şöyle diyordu:
Çoğu kimse, bilinen tüm mutasyon örneklerinin zararlı olduğu sonucu karşısında şaşıracaktır, çünkü mutasyonlar evrim sürecinin gerekli bir parçasıdır. Nasıl olur da iyi bir etki—yani bir canlının daha gelişmiş canlı formlarına evrimleşmesi—pratikte hepsi zararlı olan mutasyonların sonucu olabilir?17
O zamandan bu yana yapılan bütün "faydalı mutasyon oluşturma" çabaları da başarısızlıkla sonuçlandı. Evrimciler, çok hızlı ürediği ve mutasyona uğratılması kolay olduğu için, meyve sinekleri üzerinde on yıllarca mutasyon denemeleri yaptılar. Bu canlılar olabilecek her türlü mutasyona milyonlarca kez uğratıldı. Ama tek bir faydalı mutasyon gözlemlenmedi. Evrimci genetikçi Gordon Taylor, bu konuda şunları yazar:
Bu çok çarpıcı ama bu kadar da gözden kaçırılan bir gerçektir: Altmış yıldır dünyanın dört bir yanındaki genetikçiler evrimi kanıtlamak için meyve sinekleri yetiştiriyorlar. Ama hala bir türün, hatta tek bir enzimin bile ortaya çıkışını gözlemlemiş değiller.18
Bir başka araştırmacı olan Michael Pitman, meyve sinekleri üzerindeki deneylerin başarısızlığını şu şekilde ifade eder:
Sayısız genetikçi meyve sineklerini nesiller boyunca sayısız mutasyonlara maruz bıraktılar. Peki sonuçta insan yapımı bir evrim mi ortaya çıktı? Maalesef hayır. Genetikçilerin yarattıkları canavarlardan sadece pek azı beslendikleri şişelerin dışında yaşamlarını sürdürebildiler. Pratikte mutasyona uğratılmış olan tüm sinekler ya öldüler, ya sakat ya da kısır oldular.19
İnsan için de durum aynıdır. İnsanlar üzerinde gözlemlenen tüm mutasyonlar zararlıdır. Tıp kitaplarında "mutasyon örneği" olarak anlatılan mongolizm, Down Sendromu, albinizm, cücelik, orak hücre anemisi gibi zihinsel ya da bedensel bozuklukların ya da kanser gibi hastalıkların her biri, mutasyonların tahrip edici etkilerini ortaya koymaktadır. Elbette ki insanları sakat ya da hasta yapan bir süreç, "evrim mekanizması" olamaz.
mutasyonun etkileri
Mutasyon etkileri
Mutasyonların neden evrimci iddiayı destekleyemeyeceğini üç ana maddede özetlemek mümkündür:
 Mutasyonlar her zaman zararlıdır: Mutasyon rastgele meydana geldiği için hemen her zaman mutasyon geçiren canlıya zarar verir. Mantık gereği, mükemmel ve karmaşık olan bir yapıya yapılacak herhangi bir bilinçsiz müdahale, o yapıyı daha ileri götürmez aksine tahrip eder. Nitekim hiçbir gözlemlenmiş "faydalı mutasyon" yoktur.
• Mutasyon sonucunda DNA'ya yeni bilgi eklenmez: Genetik bilgiyi oluşturan parçalar yerlerinden kopup sökülür, tahrip olur ya da DNA'nın farklı yerlerine taşınır. Ama mutasyonlar hiçbir şekilde canlıya yeni bir organ ya da yeni bir özellik kazandırmazlar. Ancak bacağın sırttan, kulağın karından çıkması gibi anormalliklere sebep olurlar.
• Mutasyonun bir sonraki nesle aktarılabilmesi için, mutlaka üreme hücrelerinde meydana gelmesi gerekir: Vücudun herhangi bir hücresinde veya organında meydana gelen değişim bir sonraki nesle aktarılmaz. Örneğin bir insanın gözü, radyasyon ve benzeri etkilerle mutasyona uğrayıp orijinal formundan farklılaşabilir, ama bu kendisinden sonraki nesillere geçmeyecektir.
Kısacası, canlıların evrim geçirmiş olmaları mümkün değildir, çünkü doğada onları evrimleştirebilecek bir mekanizma yoktur. Nitekim fosil kayıtlarına baktığımızda da, bu imkansız senaryonun zaten yaşanmadığını görürüz.

Prof. Alpagut'un Fosiller ile İlgili Yanılgısı

Sayın Prof. Alpagut, genel olarak fosil bilimi üzerinde konuşurken, "fosiller yok olan türlerin bugün yaşayan türlerle farkını morfolojik olarak gösteriyor" demiştir. Yani, geçmişteki türler ile günümüzdekiler arasında morfolojik (şekilsel) farklar bulunduğunu ve bunun evrim teorisi adına bir delil oluşturduğunu ileri sürmüştür.
Oysa gerçekler çok daha farklıdır. Fosil kayıtları, bundan yüz milyonlarca yıl önce yaşamış olan türlerle, bugünkü canlı örnekleri arasında hiçbir fark bulunmadığına dair sayısız örnek ortaya çıkarmıştır. Bugün paleontoloji göstermektedir ki, farklı canlı grupları fosil kayıtlarında aniden ortaya çıkmış ve milyonlarca yıl boyunca hiçbir değişim geçirmeden "durağan" bir biçimde kalmıştır. Harvard Üniversitesi paleontologları Stephen Jay Gould ve Niles Eldredge, fosil kayıtlarının temel karakterini iki kavramla özetlerler:
1. Durağanlık: Çoğu tür, dünya üzerinde var olduğu süre boyunca hiçbir yönsel değişim göstermez. Fosil kayıtlarında ilk ortaya çıktıkları andaki yapıları ne ise, kayıtlardan yok oldukları andaki yapıları da aynıdır. Morfolojik (şekilsel) değişim genellikle sınırlıdır ve belirli bir yönü yoktur.
2. Aniden ortaya çıkış: Herhangi bir lokal bölgede, bir tür, atalarından kademeli farklılaşmalara uğrayarak aşama aşama ortaya çıkmaz; bir anda ve "tamamen şekillenmiş" olarak belirir.20
Yani farklı türler fosil kayıtlarında "aniden", arkalarında hiçbir sözde evrimsel ata olmadan ortaya çıkmakta ve sonra da yüz milyonlarca yıl boyunca hiç değişmeden kalmaktadırlar. Bu olgunun bilinen örnekleri çok fazladır. Örneğin 400 milyon yıllık köpekbalığı fosilleri ile günümüzde yaşayan köpekbalıkları arasında hiçbir fark yoktur. Sadece köpekbalıkları değil, yüz milyonlarca yıl önce ortaya çıkmış ve fosil izleri bırakmış olan balıklar, kurbağalar, karıncalar, yılanlar, kaplumbağalar, böcekler, yusufçuklar, denizyıldızları, ammonitler, bakteriler gibi daha pek çok canlı, günümüzdeki örnekleriyle aynı yapıdadır. (bkz. Harun Yahya, Hayatın Gerçek Kökeni, İstanbul 2000, s. 44-45)
mene_maculata_fosilyengeç_fosilkaplan
Milyonlarca yıl önce yaşamış canlıların fosil kayıtları bu canlıların günümüzde yaşayan örneklerinden hiçbir farklılıkları olmadığını, dolayısıyla hiçbir evrim geçirmediklerini göstermektedir.
Bu ise evrim teorisinin öngörülerine tamamen aykırı bir tablodur. Evrim teorisi, doğadaki türlerin daimi bir değişim halinde olduklarını iddia etmekte, fosil kayıtları ise tam aksine "durağanlık" göstermektedir.
Dolayısıyla Sayın Berna Alpagut, "fosil kayıtları evrim teorisini destekliyor" derken, bir gerçeği değil, 150 yıldır Darwinist paleontologlar tarafından tekrar edilen bir "temenni"yi ifade etmiştir. Evrim teorisine inanan, ama bu teoriyle bilim arasındaki çelişkileri de dürüstçe kabul eden iki ünlü paleontolog, Harvard Üniversitesi'nden Niles Eldredge ve Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'nden Ian Tattersall, bu konuda şu önemli yorumu yapar:
Ayrı türlere ait fosillerin, fosil kayıtlarında bulundukları süre boyunca değişim göstermedikleri, Darwin'in Türlerin Kökeni'ni yayınlamasından önce bile paleontologlar tarafından bilinen bir gerçektir. Darwin ise gelecek nesillerin bu boşlukları dolduracak yeni fosil bulguları elde edecekleri kehanetinde blulunmuştur... Aradan geçen 120 yılı aşkın süre boyunca yürütülen tüm paleontolojik araştırmalar sonucunda, fosil kayıtlarının Darwin'in bu kehanetini doğrulamayacağı açıkça görülür hale gelmiştir. Bu, fosil kayıtlarının yetersizliğinden kaynaklanan bir sorun değildir. Fosil kayıtları açıkça söz konusu kehanetin yanlış olduğunu göstermektedir.
Türlerin şaşırtıcı bir biçimde sabit oldukları ve uzun zaman dilimleri boyunca hep statik kaldıkları yönündeki gözlem, "kral çıplak" hikayesindeki tüm özellikleri barındırmaktadır: Herkes bunu görmüş, ama görmezlikten gelmeyi tercih etmiştir. Darwin'in öngördüğü tabloyu ısrarla reddeden hırçın bir fosil kaydı ile karşı karşıya kalan paleontologlar, bu gerçeğe açıkça yüz çevirmişlerdir.22
Anlaşılan Sayın Alpagut ya konu hakkındaki literatüre vakıf değildir ya da evrim teorisinin aleyhindeki delilleri gören, "ama görmezlikten gelmeyi tercih eden" paleontologlar arasında yer almayı tercih etmektedir.

Prof. Berna Alpagut'un İnsanın Kökeni Hakkındaki Yanılgısı

Ceviz Kabuğu programına telefonla katılan Prof. Alpagut, en çok insanın evrim tezi üzerinde durmuştur. İddialarını kısaca belirtmek gerekirse;
  • İnsanın ve günümüzdeki kuyruksuz maymunların ortak bir atadan evrimleştiği,
  • Bu evrimin 5 milyon yıl kadar önce Afrika'da başladığı,
  • Homo habilis adı verilen canlıların, "ilk insan" olarak tanımlanabileceği,
şeklindeki klasik evrimci tezleri ileri sürmüştür.
Oysa bu tezler, Sayın Alpagut'un iddia ettiği gibi bilimsel kanıtlara dayanan gerçekler değil, kanıtlardan tamamen yoksun evrimci varsayımlardır.
Konuyu açıklamak için, öncelikle insanın evrimi hikayesinin geçersizliğini kısaca özetleyelim.
İnsanın kökeni konusundaki Darwinist iddia, bugün yaşayan günümüz insanının maymunsu yaratıklardan geldiğini varsayar. 4-5 milyon yıl önce başladığı varsayılan bu süreçte, günümüz insanı ile ataları arasında bazı "ara form"ların yaşadığı iddia edilir. Gerçekte tümüyle hayali olan bu senaryoda dört temel "kategori" sayılır:
insanın evrimi yanılgısı
Soyu tükenmiş binlerce maymun türüne ve kaybolmuş insan ırklarına ait kafataslarını ve iskelet kalıntılarını büyükten küçüğe sıralayan evrimciler bu yöntemle pek çok hayali ve uydurma soy ağaçları üretmişlerdir.
  1. Australopithecus
  2. Homo habilis
  3. Homo erectus
  4. Homo sapiens
Evrimciler, insanların sözde ilk maymunsu atalarına "güney maymunu" anlamına gelen "Australopithecus" ismini verirler. Bu canlılar gerçekte soyu tükenmiş bir maymun türünden başka bir şey değildir. Lord Solly Zuckerman ve Prof. Charles Oxnard gibi İngiltere ve ABD'den dünyaca ünlü iki anatomistin Australopithecus örnekleri üzerinde yaptıkları çok geniş kapsamlı çalışmalar, bu canlıların sadece soyu tükenmiş bir maymun türüne ait olduklarını ve insanlarla hiçbir benzerlik taşımadıklarını göstermiştir. Bu araştırmacıların incelemeleri, Australopithecus'un dik yürüyen bir canlı olduğu konusundaki evrimci iddiayı da çürütmüştür.23
İnsan evriminin bir sonraki safhasını da evrimciler, "homo" yani insan olarak sınıflandırırlar. İddiaya göre homo serisindeki canlılar, Australopithecuslar'dan daha gelişmişlerdir. Evrimciler, bu farklı canlılara ait fosilleri ardı ardına dizerek hayali bir evrim şeması oluştururlar. Bu şema hayalidir, çünkü gerçekte bu farklı sınıfların arasında evrimsel bir ilişki olduğu asla ispatlanamamıştır. Evrim teorisinin 20. yüzyıldaki en önemli savunucularından biri olan Ernst Mayr, "Homo sapiens'e uzanan zincir gerçekte kayıptır" diyerek bunu kabul eder.24
Evrimciler "Australopithecus > Homo habilis > Homo erectus > Homo sapiens" sıralamasını yazarken, bu türlerin her birinin, bir sonrakinin atası olduğu izlenimini verirler. Oysa paleoantropologların bulguları, Australopithecus, Homo habilis ve Homo erectus'un dünyanın farklı bölgelerinde aynı dönemlerde yaşadıklarını göstermektedir.25
Dahası Homo erectus sınıflamasına ait insanların bir bölümü çok yakın zamanlara kadar yaşamışlar, Homo sapiens neandertalensis ve Homo sapiens sapiens (günümüz insanı) ile aynı ortamda yan yana bulunmuşlardır.26
Bu ise elbette bu sınıfların birbirlerinin ataları oldukları iddiasının geçersizliğini açıkça ortaya koymaktadır. Harvard Üniversitesi paleontologlarından Stephen Jay Gould, kendisi de bir evrimci olmasına karşın, Darwinist teorinin içine girdiği bu çıkmazı şöyle açıklar:
Eğer birbiri ile paralel bir biçimde yaşayan üç farklı hominid (insanımsı) çizgisi varsa, o halde bizim soy ağacımıza ne oldu? Açıktır ki bunların biri diğerinden gelmiş olamaz. Dahası, biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel bir gelişme trendi göstermemektedirler.27
İnsanın evrimi senaryosunun kanıttan yoksun olduğu, pek çok evrimci tarafından itiraf edilir. Evrimci paleontologlar Villie, Solomon ve Davis, "biz insanlar fosil kayıtlarında aniden beliriyoruz" diyerek, insanın yeryüzünde aniden, yani hiçbir evrimsel atası olmadan ortaya çıktığını kabul etmektedirler.28
Yine evrimci olan Collard ve Wood ise 2000 yılında kaleme aldıkları bir makalede "insan evrimi hakkındaki mevcut filogenetik (evrimsel) hipotezler hiç güvenilir değil" demek zorunda kalmaktadırlar.29

Prof. Berna Alpagut'un Homo habilis Yanılgısı

Prof. Berna Alpagut'un "ilk insan" olarak tanımladığı Homo habilis ise, gerçekte evrim teorisinin gereklerine göre üretilmiş zoraki ve hayali bir sınıflamadır. 1980'lerden bu yana pek çok uzman, Homo habilis'in gerçekte bir Australopithecus türü olduğunu savunmaktadır.
Amerikalı antropolog Holly Smith'in 1994 yılında yaptığı detaylı analizler de yine Homo habilis'in aslında "homo" yani insan değil, maymun olduğunu göstermiştir. Smith, Australopithecus, Homo habilis, Homo erectus ve Homo neandertalensis türlerinin dişleri üzerinde yaptığı analizler hakkında şöyle der:
Dişlerin gelişimi ve yapısı kriterine dayanarak yaptığımız analizler, Australopithecus ve Homo habilis türlerinin Afrika maymunlarıyla aynı kategoride olduklarını, ancak Homo erectus ve Neandertal türlerinin günümüz insanlarıyla aynı yapıya sahip olduğunu göstermektedir.30
Aynı yıl Fred Spoor, Bernard Wood ve Frans Zonneveld adlı üç anatomi uzmanı, çok farklı bir yöntemle yine aynı sonuca ulaştılar. Bu yöntem, insan ve maymunların iç kulaklarında yer alan ve denge sağlamaya yarayan yarı-çembersel kanalların karşılaştırmalı analizine dayanıyordu. Spoor, Wood ve Zonneveld'in, inceledikleri tüm Australopithecus ve dahası Homo habilis örneklerinin iç kulak kanalları günümüz maymunlarınınkilerle aynıydı. Homo erectus'un iç kulak kanalları ise, aynı günümüz insanlarındaki gibiydi.31
Bu bulgu çok önemli iki sonucu göstermektedir:
  1. Homo habilis adıyla anılan fosiller, gerçekte "homo" yani insan sınıflamalarına değil, Australopithecus (maymun) sınıflamalarına dahildir.
  2. Hem Homo habilis hem de Australopithecus türleri, eğik yürüyen, yani maymun iskeletine sahip canlılardır. İnsanlarla ilgileri yoktur.
  3. Homo erectus ve daha sonraki Homo sapiens archaic, Homo sapiens neanderthalensis gibi sınıflamalar ise, dik yürüyen, iskelet yapısı olarak bizden farksız, sadece bazı özgün ırk karakterleri taşıyan insan gruplarıdır.
Başta da belirttiğimiz gibi, Homo habilis sınıflaması, evrimci paleontologların, tartışmasız bir maymun türü Australopithecus ile bilinen ilk insan ırkı olan Homo erectus arasında bir geçiş aşaması bulma çabası sonucunda ortaya atılmış zoraki bir sınıflamadır. Kanıtlar, Homo habilis kategorisine dahil edilen fosillerin de aslında Australopithecus'a ait olduğunu ve insanların yeryüzünde aniden ve hiçbir ataları olmadan ortaya çıktıklarını, yani yaratıldıklarını göstermektedir.

İnsanın Afrika Kıtasında Evrimleşip Dünyaya Yayıldığı Yanılgısı

Evrimcilerin insanın sözde evrimi konusunda öne sürdükleri diğer bir iddia da, insanın Afrika kıtasında evrimle meydana gelip oradan dünyaya yayıldığı şeklindedir. Prof. Berna Alpagut'un "En eski insan 5 milyon yıl önce Afrika'daydı" ifadesi de bu hipoteze dayanmaktadır. Ancak bilimsel veriler evrimcilerin "Afrika kökenli insan" tezini çürütmüş bulunmaktadır. Bununla beraber bu tezi doğrulama amacıyla bugüne kadar yaptıkları her çalışma, önyargıların doğurduğu yanlışlarla doludur.
Afrika kökeni tezine temel sağlayan bu araştırmanın geçersizliği, tarafsız bir bilimsel gözle incelendiğinde hemen ortaya çıkar; çünkü insan mitokondriyel-DNA'sının şempanze mitokondriyel-DNA'sından evrimleştiğine kanıt arandığı bir çalışmada, insanın atası olarak şempanze başlangıç noktası olarak alınmıştır. Daha çalışmanın başında evrim gerçekleşmiş varsayımı ile hareket edilmiş, sonra da elde edilen sonuç "evrim kanıtı" gibi gösterilmiştir. Bu yüzden çalışma bilimsel yönteme tamamen ters olup, "kendi iddiasını, aynı iddiaya delil gösterme" örneğidir.
İlk olarak 1987 yılında ortaya atılan bu tez, daha sonra 1992 yılında da doğrulanmaya çalışıldı. Bu teoriyi ilk olarak ileri süren Berkeley'li biyokimyacılar Wilson, Rebecca Cann ve Mark Stoneking, üç temel önyargıdan yola çıktılar:
  1. Şempanze mitokondriyel-DNA'sı, milyonlarca yıl içinde yavaş yavaş değişmişti ve günümüz insanının mitokondriyel-DNA'sı olarak varlığını sürdürmeliydi.
  2. Düzenli aralıklarla oluşan mutasyonlar sonucu mitokondriyel-DNA da değişmeli ve günümüz insanındaki haline dönüşmeliydi.
  3. Bu mutasyonlar sabit bir hızda ve devamlı olarak meydana gelmeliydi.
Bu şartları kabul eden araştırmacıların tek amacı insanın kökeninin Afrika'da yaşayan bir hominid (maymunsu) olduğunu kendilerince ispatlamaktan başka bir şey değildi.
Evrimci araştırmacılar bu konuyla ilgili, önyargılarını kamufle edeceğini umdukları bir bilgisayar programı geliştirdiler. Oysa program, milyonlarca istenmeyen ihtimale rağmen, evrimin en direkt ve verimli yolu takip ettiği yargısını doğrulayacak şekilde ayarlanmıştı. Nitekim bu araştırmanın bilimsel yönteme ters düştüğü, evrim teorisini savunan pek çok bilim adamı tarafından dahi kabul edildi. Nature dergisinin editör kurulundan Henry Gee, "Afrika Cenneti Üzerindeki İstatistiksel Bulut" başlıklı yazısında mitokondriyel-DNA çalışması sonuçlarını "süprüntü" olarak değerlendirdi.32 Çünkü Gee, yapılan göz boyamayı fark etmişti. Araştırmayı istatistiki açıdan değerlendiren Gee, incelenen 136 mitokondriyel DNA serisi ele alındığında, çizilen soy ağaçlarının sayısının 1 milyarı geçmesi gerektiğini bildiriyordu. Ancak 1 milyar tesadüfi soy ağacı yok sayılmış ve şempanze-insan arasında evrim olduğu varsayımına uygun olan tek soy ağacı seçilmişti.
Aynı günlerde, Washington Üniversitesi'nden ünlü genetikçi Alan Templeton da DNA serilerinden yola çıkarak günümüz insanının kökeni için bir tarih belirlemenin teknik olarak mümkün olamayacağını yazdı. Science dergisinde yayınlanan makalesinde DNA'ların insan toplulukları arasında bile oldukça fazla harmanlanmış olduğunu belirterek, soy ağacında tek bir insana ait mitokondriyel DNA'yı matematiksel olarak ayırt etmenin imkansız olduğunu ortaya koydu.33
Bu referansların arasında en önemlisi ise, tezin sahiplerinden gelmiştir. 1992 yılında çalışmayı tekrarlayan Mark Stoneking (Pennsylvania Eyalet Üniversitesi)Science dergisine yazdığı bir mektupta "mitokondriyel Havva" iddiasının geçersiz olduğunu kabul etti.34 Çünkü çalışmanın, her yönü ile istenen sonuca yönelik ayarlandığı inkar edilemeyecek derecede açıktı.
Son günlere ait, tezin doğruluğunu tartışan diğer bir makalede de, farklı görüşe sahip evrimcilerin tartışmalarına yer verilmiştir. Çok bölgeden insanın dünyaya yayıldığı fikrini savunanlar, Y kromozomu üzerinde yaptıkları genetik araştırmalar sonucu insanın atasının Afrika'dan çıkmadığını ortaya koydular.35 California Üniversitesi, Berkeley'den Prof. Vince Sarich de, Nisan 2001'de düzenlenen yıllık Antropoloji Kongresinde yaptığı konuşmasında, "Ben artık değiştim, günümüz insanının Y kromozomunda geçmişe ait bir soy bulunmamakta. Mitokondriyel-DNA'ya ait eski bir ata da bulunmamaktadır. Herşey tamamen değişti." dedi. 36
Ünlü evrimci Vince Sarich'in de fikrini değiştiren genetik çalışmalar, insanın atasını, ne mitokondriyel-DNA ne de Y-kromozomu incelemeleriyle tespit etmenin imkansızlığını ortaya koymuştur.
Kısacası Prof. Berna Alpagut'un sözünü ettiği "Afrika kökeni" iddiası, dayanağı kalmamış eski bir hipotezdir. Genetik incelemeler ışığında, savunanlarının bir bir terk etmek zorunda kaldığı bu iddia, diğer pek çok evrimci spekülasyonun başına geldiği gibi bilim alanında dayanaksız kalmıştır.
Evrimci Paleoantropologlardan İtiraflar:    

"İnsanın Evrimi Bir Efsane"

İnsanın evrimi iddiasının hayali olduğunun ilginç bir göstergesi, bulunan yeni fosillerin iddiayı desteklemek yerine çelişkili hale getirmesidir. ABD'nin en önde gelen paleontologları arasında yer alan Harvard Üniversitesi'nden Niles Eldredge ve Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'nden Ian Tattersall, bu konuda şu önemli yorumu yapmışlardır:
Canlıların evrimsel tarihlerinin bir keşif meselesi olduğu düşüncesi, bir efsanedir. Eğer öyle olsaydı, ne kadar çok hominid fosili bulursak, insanın evrimi hikayesinin de o kadar açık hale gelmesi gerekirdi. Oysa eğer bir şey olduysa, bunun tam tersi olmuştur.37
Konunun uzmanı olan diğer pek çok evrimci, aslında savunduğu teori hakkında son derece kötümser düşüncelere sahiptir. Örneğin ünlü Nature dergisinin en önemli bilim yazarı Henry Gee, "insanın evrimi ile ilgili 5 ila 10 milyon yıl öncesine ait tüm fosil kanıtlarının küçük bir kutuya sığabilecek kadar az olduğunu" söyler. Gee'nin bundan vardığı sonuç ilginçtir:
"Ata-torun ilişkilerine dayalı insan evrimi şeması, tamamen gerçeklerin sonrasında yaratılmış bir insan icadıdır ve insanların önyargılarına göre şekillenmiştir... Bir grup fosili almak ve bunların bir akrabalık zincirini yansıttıklarını söylemek, test edilebilir bir bilimsel hipotez değil, ama gece yarısı masallarıyla aynı değeri taşıyan bir iddiadır—eğlendirici ve hatta belki yönlendiricidir, ama bilimsel değildir.38
Aslında "insanın evrimi" masalı, materyalist felsefeye inanan bir grup insanın, doğa tarihini bu dogmatik inançlarına göre yazma çabasından başka bir şey değildir. İngiliz Bilim İlerleme Derneği'nin (British Association for the Advancement of Science) 1980'lerdeki bir toplantısında, Oxford Üniversitesi tarihçisi John Durant bu konuda şu yorumu yapmıştır: "Acaba, aynen "ilkel" efsaneler gibi, insan evrimi teorileri de kendilerini yaratanların değer sistemlerini, onların kendileri ve toplumları hakkındaki inanışlarını geçmişe yansıtarak, güçlendiriyor olabilir mi?"39 Durant daha sonraki bir yazısında ise şöyle demektedir:
İnsan evrimine dair düşüncelerin, gerek bilim-öncesi gerekse bilimsel toplumlarda benzer işlevler üstlenip üstlenmediği kuşkusuz sorulmaya değer bir konudur... Yakından incelendiğinde ortaya çıkmaktadır ki, her defasında, insanın kökeni hakkındaki fikirler geçmiş kadar bugünü de yansıtmaktadır, geçmişteki atalarımızın deneyimleri kadar kendi deneyimlerimizi yansıtmaktadır.... Bilimin bir an önce efsanesizleştirilmesine acilen ihtiyacımız vardır.40
Kısacası, insanın kökeni hakkındaki evrim teorileri, bu teorileri üretenlerin önyargılarını ve felsefi inançlarını yansıtmaktan başka bir işlev görmemektedir. Bu gerçeği kabul eden bir diğer evrimci, Arizona State Üniversitesi antropoloğu Geoffrey Clark'tır. Clark, 1997'deki bir yazısında şöyle der:
Önümüzdeki bir grup alternatif araştırma sonucundan bir tanesini, daha önceki varsayımlarımıza ve önyargılarımıza göre seçiyoruz bu hem politik hem de subjektif bir işlem... Paleoantropolojinin sadece şekli bilimseldir, içeriği değil.41
Görüldüğü gibi, Batı dünyasında önde gelen pek çok paleoantropolog, "insanın evrimi" teorisinin bilimsel dayanaklardan yoksun bir "mit" (efsane) olduğunu kabul etmektedir. Gerçekler böyle iken Sayın Prof. Berna Alpagut'un bu efsaneyi kanıtlanmış bir gerçek gibi sunması kuşkusuz inandırıcı değildir.
Sayın Alpagut kendisinin de dahil olduğu bir kaç kazıda ortaya çıkan fosil kalıntılarından etkilenerek belki gerçekten de kendisini bu efsaneye inandırmış olabilir. Nitekim evrimciler arasında bu yönde bir eğilim olduğu bilinen bir gerçektir. Evrimci Greg Kirby, Biyoloji Öğretmenleri Birliği'nin toplantısında yaptığı bir konuşmada bu psikolojiyi şöyle ifade etmiştir:
"Eğer bütün hayatınızı kemik toplamak, kafatasının ve çenenin küçük parçalarını bulmak için harcıyorsanız, bu küçük parçaların önemini abartmak için çok güçlü bir istek duyarsınız".42
Sayın Prof. Berna Alpagut'a tavsiyemiz, şimdiye kadar belki de hiç sorgulamadan inanmış olduğu evrim efsanesini yeniden düşünmesi, nasıl var olduğu sorusunu bir kez daha, ama bu kez sırf akıl ve vicdan süzgecinden geçirerek yeniden değerlendirmesidir. O zaman kendisinin -ve tüm insanların- cansız maddenin tesadüfen canlanmasıyla oluşmadığını, Allah tarafından yaratıldığını belki kavrayacaktır.

Dipnotlar

      12   Colin Patterson, "Cladistics", Brian Leek ile Röportaj, Peter Franz, 4 Mart 1982, BBC.
13   Stephan Jay Gould, "The Return of Hopeful Monsters", Natural History, cilt 86, Temmuz-Ağustos 1977, s. 28.
14   Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 189.
15   Charles Darwin, The Origin of Species, s. 177.
16   B. G. Ranganathan, Origins?, Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust, 1988.
17   Warren Weaver, "Genetic Effects of Atomic Radiation", Science, Cilt 123, 29 Haziran, 1956, s. 1159.
18   Gordon R. Taylor, The Great Evolution Mystery, New York, Harper & Row, 1983, s. 48.
19   Michael Pitman, Adam and Evolution, London: River Publishing, 1984, s. 70.
20   S.J. Gould,"Evolution's Erratic Pace", Natural History, c. 86, Mayıs 1977.
21   N. Eldredgec, and I. Tattersall, The Myths of Human Evolution, Columbia University Press, 1982, s. 45-46.
22   N. Eldredgec, and I. Tattersall, The Myths of Human Evolution, Columbia University Press, 1982, s. 45-46.
23   Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s. 75-94; Charles E. Oxnard, "The Place of Australopithecines in Human Evolution: Grounds for Doubt",Nature, cilt 258, s. 389.
24   J. Rennie, "Darwin's Current Bulldog: Ernst Mayr", Scientific American, Aralık 1992.
25   Alan Walker, Science, cilt. 207, 1980, s. 1103; A. J. Kelso, Physical Antropology, 1. baskı, New York: J. B. Lipincott Co., 1970, s. 221; M. D. Leakey, Olduvai Gorge, cilt. 3, Cambridge: Cambridge University Press, 1971, s. 272.
26   Time, Kasım 1996.
27   S. J. Gould, Natural History, cilt. 85, 1976, s. 30.
28   Villee, Solomon, and Davis, Biology, Saunders College Publishing,1985, s. 1053.
29   "Hominoid Evolution and Climatic Change in Europe", cilt 2, Edited by Louis de Bonis, George D. Koufos, Peter Andrews, Cambridge University Press 2001, 6. bölüm
30   Holly Smith, American Journal of Physical Antropology, cilt 94, 1994, s. 307-325.
31   Fred Spoor, Bernard Wood, Frans Zonneveld, "Implication of Early Hominid Labryntine Morphology for Evolution of Human Bipedal Locomotion", Nature, cilt 369, 23 Haziran 1994, s. 645-648.
32   Henry Gee, "Statistical Cloud over African Eden," Nature, 355 (13 Şubat 1992): 583.
33   Marcia Barinaga, "'African Eve' Backers Beat a Retreat," Science, 255 (7 Şubat 1992): 687.
34 S.Blair Hedges, Sudhir Kumar, Koichiro Tamura, and Mark Stoneking, "Human Origins and Analysis of Mitochondrial DNA Sequences", Science, 255 (7 Şubat 1992):687
35   Science Magazine, 12 Ocak 2001, s. 293.
36   Ann Gibbons, Modern Men Trace Ancestry to African Migrants, Science Magazine, cilt. 292, no. 5519, 11 Mayıs 2001, s. 1051-1052.
37   Niles Eldredge, Ian Tattersall, The Myths of Human Evolution, s. 126-127.
38   Henry Gee, In Search of Deep Time, New York, The Free Press, 1999, s. 116-117.
39   Roger Lewin, Bones of Contention, s. 312.
40   John R. Durant, "The Myth of Human Evolution", New Universities Quarterly 35 (1981), s. 425-438.
41   G. A. Clark, C. M. Willermet, Conceptual Issues in Modern Human Origins Research, New York, Aldine de Gruyter, 1997, s. 76.
42   Paul S. Taylor, Origins Answer Book, 5. baskı, 1995, s. 35.